Ağustos 20, 2011

gardaş, kızılaya gider mi?

Yollara hakim olmama duyduğum güvenle yolun en sikko yerinde, bastım kıpkırmızı sıkıntılı bir ışık yakan ve bas bas bağıran otobüs butonuna. Birkaç metrede çözdüm nerde olduğumuzu ve orda olmamamız gerektiğini. Efeliğe bok sürmeyecez ya “neyse” dedim, “yürüyelim madem.”. Sağır edici trafikte kendi kendimi bile duyamazken yarım metre tepemden yükselen sesi duyum: “Gardaş Kızılay’a gider mi?” Yanlış yerde inmenin acısını gelen geçen arabalara bağırarak çıkarmaya karar vermişti beyefendi. Gülmekten alamadım kendimi. Her karaktere anında bürünen, replikleri delicesine aklında tutan bir herifti. Seslendirme yapsa harikalar yaratırdı ya da yaratamazdı… O hiç olmayan bir sesi çıkarmamıştı daha önce. Kendi sesini de kullanmazdı zaten.


Etrafımda çifter çifter gözler belirmeye başladı Fatih Köprüsü’nün altında körlemesine yürürken. Ve her gözün altındaki ağızdan birbirinden alakasız cümleler döküldü bi anda. Bana göre bir hayli uzun ama bakınca pek de bi tarafa takılmayacak yıllarım süresince karşıma çıkmış her karakter köprü altındaydı. İki bira tutuşturdular elimize iki de sigara ağzımızın tam kenarına. Yamuk modelleme içerken bunları ağzımız daha da yamuldu. Savrulan küfürler köprünün boşluklarından arabaların tekerlerine yapıştı. Hani iftardan dönen tekerlere… Bacaklarını aça aça yürüyen, cebinde çakısıyla meydan okuyan köprü altı çocuğu oluverdik nasılsa. Filtresine kadar sömürdüğüm sigarayı atıp birayı kökledim. Köprü çıkışındaki ışıklar uslu çocukları eve götüren otobüslere işaret ediyordu. Ego kartımızı hazırlayıp askılardan tutunmak için girdik sıraya. Kalpleri ısıtan gülümsememi takınmayı da ihmal etmedim elbette.







Yazar: haymatlos

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder